Hakkımda

Fotoğrafım
Çorum, Bayat, Türkiye
Çorumlulara neden farklı gözlerle bakılır? Biz mi farklıyız yoksa bize önyargılarla bakanlar mı? Bizler aslımızı inkar edecek değiliz...Çorumluları sevmeyenlere duyurulur: Çorumluyum mutluyum, yarınımdan umutluyum:)))

31 Mayıs 2011 Salı

ÇORUMLULAR İŞTE:))))) BİZ BÖYLEYİZ:)) ÇORUM HİKAYELERİ...

SENİN YAPTIĞINI ÇORUMLU YAPMAZ...

Ağnam vergisi'nin geçerli olduğu yıllar... hayvan başına ve hayvanın cinsine göre vergi toplanmakta. vergi memurunun birinin yolu çorum'a düşer. bir köye gelir ve çalışmlara başlar. köylülerden birinin ise, bir eşekten başka hiç bir şeyi yoktur. öyle fakirdir ki, eşeğin vergisini bile ödeyecek durumu yoktur. bir çare düşünür: eşeğe pijama giydirip yatağa yatırır. yorganı burnuna kadar çeker, kulaklarını da pijamanın başlığıyla gizler. vergi memurunun "bu yataktaki kim?" sorusuna "babamdır ağam, hasta yatıyor" der. memur da saflıktan mıdır nedir, yer bu numarayı. tam dönüp gidecekken eşek eşekliğini yapıp anırmaya başlar. memur hemen dönüp yorganı açar. bir bakar ki, bir eşek boylu boyunca yatıyor! vergisini alır ve gider. daha sonra bir başka şehirde daha beter birşeyle karşılaşır. işte o zaman başlıktaki sözler dökülür dudaklarından:

"ulan senin bu yaptığını çorumlu bile yapmaz!"


KAHRAMAN ÇORUM 

komutan ictimada askerlere memleketlerini ve sivilde ne yaptıklarını sorar.
askerin birine nerelisin asker der. asker; maraşlıyım komutanım der.
bunun üzerine silleyi yer komutandan. komutan yine nerelisin diye sorunca asker yine maraşlıyım komutanım der ve komutan buna ağız burun girer. komutan tekrar sorar; asker nerelisin?
asker; kahraman maraşlıyım komutanım der.
bunun üzerine komutan sıradakine sorar.
asker nerelisin?
önündekinin akıbetini gören çorumlu cevabı yapıştırır:
kahraman çorumluyum komutanım:))))

29 Mayıs 2011 Pazar

ECDAD'ımız böyle âdil idi...




İstanbul’un fethinden sonra, Osmanlı askerleri, Bizans hapishanelerini kontrol ettiler. En ücra bir mahzende üç papaz buldular. Alıp Fatih Sultan Mehmed Han’a götürdüler. Sultan, onlara hapsedilmelerinin sebebini sordu. Papazlar, “Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezalet ve sefahetten dolayı kendisini ikaz edip, sonunun yakın olduğunu söyledik. O da, bize kızdı zindanlara attırdı” dediler.

Fatih Sultan Mehmed Han, papazların ellerine serbest dolaşma belgesi verip, memleketini gezip görmelerini, Osmanlı Devleti hakkında kendisine görüşlerini bildirmelerini istedi.

Papazlar, İstanbul’da bir çarşıya girip, sabahın erken vaktinde bir şeyler almak istediler. Siftah yapan bir dükkandan, komşuları siftah yapmadan ikinci bir şey alamadılar.

Anadolu’ya geçtiler dolaşırken, ezan okunmaya başladı. Kimse dükkanını kapatmaya bile lüzum görmeden camiye gittiler. Hiç kimse, bir başkasının malına, canına, ırzına, namusuna zarar vermeyi aklından bile geçirmiyordu.

Papazlar, bütün bu hadiselerden dolayı şaşkına döndü. Kaç şehir dolaştıkları halde, bir mahkemeye tesadüf edemediler. Her kasabada kâdı var, fakat dava yoktu. Hırsızlık yok, katillik yok, namussuzluk yok, eşkıyalık ve dolandırıcılık yok, kötülük yoktu. Birkaç ay dolaştıktan sonra, şehrin birinde bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koştular. 


“En sonunda Osmanlının aksak yönünü yakalarız ümidiyle dinleyici olarak içeri girdiler. Davalı ve davacı geldi. Kâdı yerine geçip meseleyi dinledi.

Adamlardan biri anlattı: “Efendim, bendeniz bu din kardeşimin tarlasını arzu ettiği fiyat üzerinden satın aldım. Birkaç sene ekip kaldırdım. Fakat bu sene çift sürerken, sabanımın demirine bir şey takıldı. Kazıp çıkardım. İçi altın dolu bir küptü. Küpü götürüp, daha önce tarlayı satın aldığım bu kardeşime vermek istedim. O kabul etmedi: ‘Ben tarlamı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz’ dedi.”

Üç papaz, altın küpünün kimin olacağına dair mahkemeyi ibretle seyrediyorlardı. Tarlanın yeni sahibi çıkarttığı altın küpünü eski sahibine vermek istiyor, “Toprağın altında küpün varlığından haberdar olsaydı, bana orayı satmazdı” diyordu.
Eski sahibi ise, “Efendim, durum kardeşimin anlattığı gibi vâki oldu. Ancak, bendeniz ona, o tarlayı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz. Senelerdir ben o tarlayı sürerim, benim nasibim olsaydı ben bulurdum” diyordu.

Kâdı efendi, bu iki müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Çünkü, birinin temiz ve saliha bir kızı, diğerinin de salih bir oğlu vardı. (Bu gençleri evlendirelim, bu küp altın da onların düğün hediyesi olsun) diye teklif yaptı. Onlar da kabul ettiler. Davayı böylece halletmiş oldu. Papazlar da şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir halde oradan ayrıldılar.

Papazlar, Anadolu seyahatlerine devam ettiler... Yine bir gün, bir mahkemeye şahit oldular. Kâdı efendi, davacıya söz verdi. O da meseleyi şöyle anlattı: “Bir hafta önce bu kardeşimden bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması mümkün idi. Atı satın aldığım arkadaşa bir şey diyemedim. Gelip durumu size arz edeyim ki, aramızı bulasınız diye düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü talep ederim.”

Kâdı efendi düşündü. At ölmüş, onlar arasında dava bitmişti. Suç kendisinindi. Atı satanı suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde müracaatını yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde, vazife yerinde bulunmaması idi. O halde atın ücretini o ödemeliydi. Atın fiyatını öğrenip, kendi cebinden bedelini verdi.

Böyle âdil bir kâdı efendinin ve böyle âdil bir mahkemenin mevcudiyetini akıllarına sığdıramayan Bizans papazlarının, hayretlerinden ağızları açık kaldı...

(Anadolu’da bu kadar dolaştığımız yeter) diyen papazlar, İstanbul’a dönüp, İstanbul Kâdısı Hızır Bey’in huzurunda, Padişah Fatih Sultan Mehmed Han ile, bir Hıristiyan arasında bir davanın görüleceğini duydular.

Koca Osmanlı Devleti’nin Sultanı, çağ açıp çağ kapayan İstanbul Fatihi Sultan Mehmed Han ile bir hıristiyan mimar, Kâdı Hızır Bey’in karşısında ayakta bekliyorlardı. Fatih Sultan Mehmed Han, vazifesine ihanet eden Hıristiyan mimarı mahkemesiz cezalandırmış, Hıristiyan mimar da, Kâdı Hızır Bey’e şikayet etmişti.

Hızır Bey, Fatih Sultan Mehmed Han’ı haksız bulup aynı şekilde Sultanın da cezalandırılmasına hükmetti. Eğer mimar rıza gösterirse, diyetle kurtulabilecekti. Hıristiyan mimar, bu adalet karşısında ne yapacağını şaşırdı. Oracıkta, Kelime-i şehadet getirip müslüman oldu...

Papazlar, fetihden sonraki İstanbul hayatını da çok merak ediyorlardı. Müslümanların oturdukları, yeni yeni yerleşmekte oldukları mahallelere gittiler. Onların tam bir teslimiyet ve sükunetle işlerini yaptıklarını tam bir temizlik ve titizlikle eşyalarını yerleştirdiklerini gördüler. İstanbul bambaşka olmuş, sanki, birkaç ay önceki Bizans gitmiş, yerine gökten bir İstanbul inmişti.

Padişah tarafından Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifelendirilen papazlar, İstanbul’daki Hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler. Bugünkü Fatih Camii’nin doğu taraflarına ve Fener’e doğru gittiler. Hıristiyanlar bile değişmiş, sokaklardaki pislik azalmıştı. Kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Kâdı Hızır beyin, Padişaha bile ceza vermekten çekinmemesi onları korkutmuştu. Herkes sessiz, sakin işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip, sokaklarda, nârâlar atamıyorlardı. Kimseyi rahatsız edemiyorlardı. Hıristiyanların en fakirine bile ev verilmiş, kimse aç ve açıkta bırakılmamıştı. İstanbul’da herkes huzur içerisinde idi.

Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, birkaç gün dinlenip düşündüler, izin isteyip padişahın huzuruna çıktılar. Gördüklerini bir bir arz edip; (Bu millet ve devlet, böyle giderse, kıyamete kadar devam eder) dediler. (Böyle bir ahlak ve yaşayışa sahip olan insanların dini, elbette ALLAHÜ TEÂLÂ'nın hak dinidir) dediler, Kelime-i şehadet getirip müslüman olmakla şereflendiler...

Ya ben İstanbul'u alacağım ya da İstanbul beni...(Fatih Sultan Mehmet) 29 Mayıs 1453 fethinin 558. yılı kutlu olsun !!!

28 Mayıs 2011 Cumartesi

FİLİSTİN'Lİ KIZ ...

Erzurumlu İbrahim Hakkı...

Kula bela gelmez "HAKK" yazmayınca,
"HAKK" bela yazmaz kul azmayınca.
"HAKK" intikamını kul ile alır,
Dini irfan bilmeyen, bunu kul etti sanır..!

Etme..

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme 
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme 
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme 
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle Huzurumu bozuyorsun sen mavediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme 

Hz. Mevlana Celaleddin Rumi

27 Mayıs 2011 Cuma

'HEPİMİZ AYNI HEDEFE YÜRÜYECEĞİZ !!'

AT SIRTINDA BİR SOHBET

Sultan 2. Bayezid’in küçük oğlu şehzade Selim İstanbul’dan uğurlanmıştı. Çok sevdiği ve saygı gösterdiği hocası Muhyittin Efendi ile birlikte Trabzon’a at sürüyordu. Bir ara Hocası söze başladı. ”Size bir sır vermek istiyorum şehzadem…duyulursa rakiplerin hem sizi hem de beni yaşatmazlar!”. Şehzade Selim hocasına baktı gerçektende yüzü endişeliydi. Bir mana veremedi sadece,
-Sizi dinliyorum hocam..aramızda kalacağından emin olabilirsiniz. Muhyittin Efendi anlatmaya başladı:
-Yıllar önce bir gün, Amasya’daki evinizin kapısına bir derviş geldi. Kılığından çok fakir olduğu anlaşılıyordu. Babanızla görüşmeye gelmişti. İzin vermediler. Bunun üzerine sözlerinin babanıza aktarılmasını istedi ve şöyle dedi.
“Bu gün bu evde bir erkek çocuk dünyaya gelecektir.Bu çocuk,ileride babasının yerine geçip padişah olacaktır.Çocuğun sırtında 7 tane ben olacaktır. Bu benler, 7 sultana baş eğdireceğine işarettir. Bugün bu evde doğan çocuk öyle bir çocuktur ki parça parça bulunan Müslümanları bir araya toplayıp cihana ün salacaktır.”
Şehzade Selim gülümseyerek dinliyordu. Hocasının sözleri bitince sordu.
-Hocam bu çocuk hala yaşıyor mu?
-Evet,şehzadem; yaşıyor.
-Peki adı nedir?
-Adı Selim’dir. Yani sizsiniz şehzadem…
Şehzade Selim’in kartal bakışları uzaklara daldı. Kesin ve kararlı bir sesle,
-Hocam.Eğer “Allah bize padişahlık verirse savaş meydanları kahramansız kalmayacaktır. Osmanlı namını ebedi kılacağız. Allah’ın adını ve İslam dininin adaletini bütün dünyaya yayacağız. Nice zaferler kazanıp ülkeler fethedeceğiz. Ama Hocam, en önemli işimiz ne olacak bilir misiniz? Dervişin de dediği gibi, dünyadaki bütün Müslümanları tek bir kılıç gibi etrafımızda toplamak olacak. Aynı Allah’a aynı Peygambere inananlar, ayrı ayrı hedeflere yürüyemezler. Biz onların aynı hedefe yürümelerini sağlayacağız. Hep bunu düşünür, bunu düşünerek uykularımızı feda ederiz.”
Şehzade Selim bunları söylerken gencecikti; henüz bıyıkları çıkmamıştı bile…
Ama çabuk büyüdü,serpildi ve padişah oldu. Sadece 8 yıl padişahlık yaptı. Ama bu 8 yıl 80 yıla bedeldi. Düşüncelerinin çoğunu gerçekleştirdi. Geri kalanını da oğlu Kanuni Sultan Süleyman tamamladı.

Tarihimizden Yaşanmış Öyküler...

26 Mayıs 2011 Perşembe

TEKNOLOJİ'Yİ YAKALAYAMAMAKLA SUÇLANAN OSMANLI, 1829 YILINDA DÜNYANIN EN BUYUK SAVAS GEMİSİ'NE SAHİPTİ !!

Dünya Tarihine Damga Vuran EFSANE GEMİ GAZİ MAHMUDİYE Kalyonu Düsman gemileri Tarafından Bordalamaya Cekinilen tek Gemi Ünvanı tasımakdaydı. Döneminde dünyadaki en büyük harp gemisi olma onurunu yaşayan MAHMUDİYE Kalyonu, 1829 yılında İstanbul Tersanesi'nde bütünüyle Türk mühendis ve işçileri tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Muhteşem topları (128 top), olağanüstü kertede, periler kadar güzel görüntüsü, pruvasındaki görkemli aslanı ile görsellik ile gücü sevimli bir şekilde bir araya getirerek imparatorluğunun kudret ve azametinin bir simgesi olmuş, insanların kalbinde müstesna bir yer işgal etmiştir.İmparatorluğun Görkemini Göstermek icin Halicde demir attırılırdı.

Bu gemiyi 1828 yılında, genç bir yüzbaşı olarak İstanbul'a geldiğinde gören Müşavir Paşa (Tuğa. Sir Adolphus SLADE)'nın anılarına kısaca göz atalım: "Biraz ileride inşası bitmek üzere olan çok güzel bir gemi vardı. Bu geminin mimarı ve mühendisi Türk ustasıydı. Ben olduğum yerde deniz mimarisinin bu güzel, bu muhteşem örneğini seve seve seyreder ve barbar dediğimiz adamlardan birisi tarafından yapılmış olmasına hayret ederken..."

İsmini Padişah II. Mahmut'tan alan Kahraman MAHMUDİYE, Kaptan Ateş Ahmet Beyin sevk ve idaresinde katıldığı Kırım Harbi'ndeki destanlaşan performansı ile halkımızın gönlünde taht kurmuş, Gazi sayılmış ve bir efsaneye dönüşmüştür. Bazı Kaynaklarda MAHMUDİYE'den Veli (ermiş) olarak bahsedilmektedir. Halkımız, MAHMUDİYE'nin ilahi güçler tarafından korunduğuna inanmıştır. Halk arasında yayılan bir söylentiye göre, Kırım Harbi patlak verdiğinde Haliç'te demirli bulunan gemisinin MAHMUDİYE olduğunu vurgulayarak, bir gece geminin subay ve eratı istirahat halindeyken, gaipten gelen bir emirle MAHMUDİYE'nin hareket ederek Sivastopol Limanı'na girdiğini, şaşkına dönen Rusların Sivastopol'ün işgal edilmesine engel olamadıklarını dile getirmişlerdir. MAHMUDİYE'nin Sivastopol önünde kendiliğinden bir sancağa, bir iskeleye dönerek, her iki bordasındaki toplarıyla limanı ateş altına aldığı rivayet edilmektedir.

Kırım Harbi'nde MAHMUDİYE'ye Barbaros Hayrettin Paşanın Sancağının benzeri toka edilmiştir. Müttefik gemilerinin sancakları Rus gülleleri ile paramparça olmasına rağmen, MAHMUDİYE'nin sancağının hiçbir isabet almaması üzerine, Müttefikler aynı sancaktan birer adet talep etmişlerdir. Kurban Bayramlarında MAHMUDİYE'nin başüstünde kan aktığı yönünde halk arasında yaygın bir kanaat oluşmuştur. Sultan II. Abdülhamit döneminde geminin hizmet dışına çıkarılma kararı alındığında, sökülen tahtalardan kan damladığı halk ve askerler arasında konuşulmaktaydı. MAHMUDİYE'nin yağlı boya, sulu boya ve karakalem resimlerini yapmak Osmanlı-Rus Harbine (1877-78) kadar ülke içindeki en önemli sanat faaliyeti sayılmıştır. Bir deniz ressamı olan Mirliva Nuri Paşa ve Kandiyeli Emin Baba gibi devrinin en ünlü ressamları bu efsane gemiyi resmetmiştir.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Güzel Bir Hikaye... Ders Çıkarmasını Bilenlere...

Aklım, hiç tanışmadığım 11 yaşında bir yavrucakta…
11 yaşında, hiç tanışmadığım bir “küçük dost”, sıraladığım “büyük” gündem maddelerini elinin tersiyle itip yattığı yerden yorgun gözlerle bana bakarak
“Beni yaz” diyor sanki:
“Beni yaz ki, bütün bunları bir an için unutup hayatın anlamını düşünsün insanlar…”
Son 2 gündür Dışişleri camiası, bu küçük dostun acısıyla seferber…
Babası, hariciyenin en sevilen diplomatlarından biri… O, ailenin tek çocuğu…
Sabah, her zamanki gibi hazırlanıp gitmiş ilkokuluna…
Sonra okuldan, aniden fenalaşıp bayıldığı haberi gelmiş.
Koşup hastaneye yetiştirmişler. Ve baygınlığın nedenini öğrenmişler. Küçük dostumun beyninde tümör varmış ve hayli ilerlediği için, acilen ameliyat edilmezse ölümcül tehlike yaratırmış. Ailesi dehşete kapılmış. Amerika’ya götürmekle, Türkiye’de ameliyat ettirmek arasında kararsızlanmışlar bir süre…
Sonra her şeyi; tümörü, ameliyatı, riski, ABD seçeneğini olanca açıklığıyla küçük dostuma anlatmışlar.
“Burada kalalım” demiş küçük dostum ve hastaneye yatırılmış. Korkmuş biraz tabii…
“Aslında ameliyattan korkmuyorum…” demiş,
“…kan alınırken yaptıkları iğne canımı acıtıyor, ondan korkuyorum daha çok…”
Ameliyattan önceki gece anne-babası, saat 03.00′te uyandıklarında, oğullarını cam kenarında sessizce dışarıyı seyrederken bulmuşlar. Sabah, ameliyata giderken küçük dostum, bir kağıt parçası tutuşturmuş annesinin eline:
“Oyuncaklarımı şu arkadaşıma verin” yazıyormuş ilk satırda…
“Bilgisayarım bunun olsun… kitaplarımı şuraya dağıtın…”
Küçük vasiyeti alıp cebine koymuş annesi… 5 günde 50 yıl yaşlanmış…
Böyle uzun gecelerde Necip Fazıl’ın “beklenen”ler için yazdığı o muhteşem dörtlüğü hatırlarım hep:

Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar…

Hastayken “en uzun gece”nin, ameliyatı beklediğiniz gece olduğunu sanırsınız; oysa hasta yakınları için daha uzunu, ameliyatı izleyen gecedir.
“Bu geceyi atlatırsa tamam” der doktor, o gecenin her saniyesini upuzun bir sırat köprüsünün birer birer döşenen taşlarına dönüştürerek… Uğruna can vermeye hazır olduğunuz can, az ilerde yatarken; siz çaresiz beklersiniz. Ve karanlık bitmek bilmez o gece… Gök kubbe ışımaz bir türlü… Önceki gün 5 saat sürdü ameliyatı küçük dostumun…
Kapıda annesi kadere isyan ederken, babası
“Bunu aşacağız. Biliyorum… geçecek” diye tekrarlayıp teselli ediyordu kendini…
Dün sabah, sabrın tortusunun çöktüğü yorgun gözler doktora çevrildi ve beklenen müjde geldi:
“Tümör tamamen temizlendi. Küçük dostumuz atlattı tehlikeyi…
” Niye anlattım bunu şimdi…? Bir acıyı paylaşmak için değil…
Kulak memenizi çekiştirip tahtalara vurasınız diye hiç değil…
Sadece, bazen bize çok önemli gibi görünen sorunların, hayati sandığımız gündem maddelerinin, dert ettiğimiz sıkıntıların aslında hayat karşısında ne kadar önemsiz, sıradan ve geçici olduğunu bir an için düşünün diye…
Sevdiklerinizin kıymetini bilin ve sevginizi göstermeyi ertelemeyin diye…
Şimdi gidin ve burnunuzu saçlarının arasına gömüp doyasıya koklayın diye… Geçmiş olsun küçük dostum!
Sağol… bize hayatın anlamını yeniden anımsattığın için…

GÜZEL BİR EZGİ DİNLETİSİ DAHA... UMUT MÜRARE'DEN (GÜLLER AÇMASADA)...

GÜZEL BİR EZGİ DİNLETİSİ....

                                       ZEYDİN GÖZLERİ..

18 Mayıs 2011 Çarşamba

ANNE...

Dünyaya Gelmeye Hazırlanan
Bir Bebek varmış. Bir Gün ALLAH’a sormuş:
-ALLAH'ım ben...i yarın dünyaya göndereceğini
söylediler fakat ben o kadar küçük ve
güçsüzüm ki orada nasıl yaşayacağım?
-Tüm meleklerin arasından senin için bir
tanesini seçtim. O seni bekliyor olacak
ve seni koruyacak. Meleğin sana hergün
şarkı söyleyecek ve gülümseyecek.
Böylece sen onun sevgisini
hissedecek ve mutlu olacaksın.
-Pekiiiii… İnsanlar bana birşeyler
söylediklerinde dillerini bilmeden
söylenenleri nasıl anlayacağım?
-Meleğin sana dünyada duyabileceğin en
güzel ve tatlı sözcükleri söyleyecek sana
konuşmayı dikkatle ve sevgiyle öğretecek.
-Peki ALLAH'ım ben seninle konuşmak
istersem ne yapacağım?
-Meleğin sana ellerini açarak
bana dua etmeyi de öğretecek.
-Dünyada kötü adamlar olduğunu duydum
beni kim koruyacak?
-Meleğin seni kendi hayatı pahasına
dahi olsa daima koruyacak.
-Fakat ben seni bir daha
göremeyeceğim için çok üzgünüm.
-Meleğin sana sürekli benden söz edecek
ve bana gelmenin yollarını sana öğretecek.
O sırada Cennette bir sessizlik olur
ve düyanın sesleri cennete kadar ulaşır.
Bebek gitmek üzere olduğunu anlar
ve son bir soru sorar:
-ALLAH'ım eğer şimdi gitmek üzereysem lütfen
çabuk söyle benim meleğimin adı ne?
-Meleğinin adının önemi yok yavrum
sen onu ANNE diye çağıracaksın ...!=)

Doğruluk...



Zalim bir vali vardı. Bu vali bir gün adamlarını göndererek Hasan Basri Hazretleri’ni yakalatmak istedi. O da bir vakit ders verdiği Habib-i Acemi Hazretleri’nin kulübesine gelip saklandı. Valinin adamları geldi ve hışımla:
- Hasan Basri’yi (r.a.) gördün mü? diye sordular.
O gayet sakin:
- Evet, dedi.
- Nerede?
- İşte şu kulübemde…
Adamlar kulübeye daldı, fakat bir türlü Hasan Basri Hazretleri’ni bulamadılar. Dışarı çıkınca tehdit edip:
- Ya şeyh, niçin yalan söylüyorsun? dediler.
- Ben yalan söylemedim, dedi. Siz göremedinizse, benim suçum ne?
Tekrar girdi, aradı, fakat bulamadılar. Onlar gidince, Hasan Basri Hazretleri:
- Ey Habib! Biliyorum ki Rabb’im senin hürmetine beni onlara göstermedi. Fakat yerimi niçin söyledin, hocalık hakkı yok mudur? dedi.
Hazreti Habib mahcub bir şekilde:
- Ey Üstadım! Sizi bulamamaları benim hürmetime değil, doğru söylediğimizdendir. Çünkü bilirsiniz ki, Doğruların yardımcısı Allah’tır. Eğer yalan söyleseydim, sizi de beni de götürürlerdi, dedi.
Tevil yapmaya, bir zalimin elinden bir mazlumu kurtarmak için, yalan söylemeye ruhsatın olduğu yerler olsa bile, eğer Habib-i Acemi Hazretleri gibi bir teslimiyetiniz varsa,efdal olan doğruyu söylemektir.

Cemal Süreyya...

Gidişini öperek uyandırdım bu sabah ayrılığı.
Fırından yeni çıkan bekleyişler satın aldım.
Kırmızı mavi ekoseli yalnızlığımı serdim masaya.
Manzaraysa ayrılığa sıfır!
İşte herşey hazır.
Acılarımla iki lafın belini kırdık.
Yokluğunda bir kuş sütü eksik.
Yalnızlığım ve ben...
Seni çok bekledik...

15 Mayıs 2011 Pazar

MEVLANA’NIN MESNEVİ’SİNDEN HİKAYELER...

HAYVANLAR  KONUŞURSA
Meraklı bir adam Hz. Süleyman'dan hayvanların dilini öğrenmek istedi. Büyük Peygamber bunun sakıncalarını anlattıysa da adam ısrar etti.
Nihayet horozla köpeğin neler konuştuğunu anlayacak duruma geldi.
Birgün evin hanımı büyükçebir ekmek parçasını köpeğin önüne atmış fakat horoz hızla atılıp ekmeği kapmıştı. Köpek:
-Niçin benim hakkıma göz dikiyorsun?dedi, Horoz:
-Merak etme, yarın sahibimizin ineği ölecek, kendine bol bol ziyafet çekersin diye cevap verdi.Horozla köpeğin konuşmalarını duyan adam hemen koştu ve ineğini pazara çıkarıp sattı. Ertesi gün yine köpek ve horozun konuştuğunu duyup kulak kabarttı.
Köpek:
-Sen yalan söylüyorsun diyordu horoza... Hani sahibimizin ineği ölecekti ve ben ziyafet çekecektim?
Horoz:
-Meraklanma dedi, sahibimiz kurnazlık yapıp ineğini sattıama yarın da devesi ölecek, sen de bolca ete kavuşursun!..
Adam yine koşup devesini pazara götürdü. ‹yi bir para karşılığı onu sattıktan sonra evine dönerken "hayvanların dilini öğrenmek çok faydalı imiş, bir sürü zarardan kurtuldum" diye seviniyordu.
Sabah olur olmaz yine bahçeye çıkıp horozla köpeğin konuşmalarına kulak kabarttı. Köpek dünkü gibi horoza çıkışıyor:
-Hani deve? Hani bolca et?.. diye dert yanıyordu.
Horoz:
-Canını sıkma dedi, yarın sahibimiz ölecek! Eş dost başına toplanır, bir sürü yemek pişirilir. Sen de kendine ziyafet çekersin...
Adam horozun bu sözleri karşısında donup kaldı. Yüzü bembeyaz oldu. Elleri titremeye, kalbi küt küt çarpmaya başladı. Yarın öleceğini bilmek onu şaşkına çevirmişti. Daha fazla ayakta duramayıp bir külçe gibi yere yığıldı.

FARE  İLE  DEVE
Çok eskiden, kendini beğenmiş şımarık bir fare ile, akıllı ve alçak gönüllü bir deve yaşardı.

Bir gün karşılaşıp arkadaş oldular.

Fare:
-Sana kılavuzluk etmeliyim! dedi...Yularından çekip istediğim yere götürmeliyim!...
Deve arkadaşının küstahça teklifine razı oldu. Bir süre gittikten sonra küçük bir dere kenarına ulaştılar.
Devenin diz kapaklarına bile ulaşmayan su, Fare için uçsuz bucaksız bir deniz gibiydi...
-Ben buradan geçemem diye fısıldadı korkuyla...
Deve:-Ne bekliyorsun? diye çıkıştı. Kılavuz önden gider, dal bakalım suya...
-Ama... diye kekeledi Fare, görmüyor musun su çok derin?
Fare mahcup olmuş, boyundan büyük işlere giriştiği için kıpkırmızı kesilmişti...
-Sizin için küçük ama, bana göre çok büyük bir su....diye inledi. Ben artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önceden düşünseydim de boyumdan büyük işlere girişmeseydim.
-Evet, dedi Deve, yumuşak bir sesle, herkes kendi haddini bilmeli ve asla aldatıcı gurura kapılmamalı...

DOSTLUK...

Cahil ile dost olma
İlim bilmez, İrfan bilmez, Söz bilmez, Üzülürsün

Saygısızla dost olma
Usul bilmez, Adap bilmez, Sınır bilmez, Üzülürsün

Aç gözlü ile dost olma
İkram bilmez, Kural bilmez, Doymak bilmez, Üzülürsün

Görgüsüzle dost olma
Yol bilmez, Yordam bilmez, Kural bilmez, Üzülürsün

Kibirliyle dost olma
Hal bilmez, Ahval bilmez, Gönül bilmez, Üzülürsün.

Ukalayla dost olma
Çok konuşur, Boş konuşur,Kem konuşur, Üzülürsün.

Namertle dost olma
Mertlik bilmez, Yürek bilmez, Dost bilmez, Üzülürsün...

10 Mayıs 2011 Salı

FEDAKAR İNSAN, DÜNYANIN EN AKILLI İNSANIDIR...

Fedakarlık, cahiliye insanları arasında bir nevi “akılsızlık” olarak algılanır. Bu kimselere göre, bir insan kendi menfaatlerini ne kadar iyi kollayabiliyorsa, o kadar “akıllıdır”. Çevresindeki insanları ne kadar iyi kullanabiliyor, onların imkanlarından ne kadar çok istifade edebiliyor; diğer yandan da kendisini bu kimselere ne kadar az kullandırtıyorsa, onlara ne kadar az menfaat sağlıyorsa, bu kişi “aklını olabilecek en iyi şekilde kullanabiliyordur”.

Elbetteki bu kimseler yaptıkları bu teşhislerinde baştan sona kadar yanılmaktadırlar. Ahirete inanmayan kimseler için, bir başka insana çıkar sağlamak, onun rahatını, konforunu, artırmak; üstelik tüm bunları kendinden ödün vererek yapmak, “akılsızlık” olarak algılanabilir. Ancak ahirete inanan bir insan, eğer tüm bunları “yalnızca Allah’ın rızasını kazanmak için” yapıyorsa, bu kişi “dünyanın en akıllı insanıdır”.

5 Mayıs 2011 Perşembe

ZEKİCE VERİLEN CEVAPLAR...

1.Amerikali is adami, çinliyle alay ederek sormus:
* mezarlarina koydugunuz pirinçleri ölüleriniz ne
zaman yiyecek?
çinli basini kaldirmadan cevap vermis:
* sizin ölüleriniz koydugunuz çiçekleri kokladigi zaman…

2.İngiliz garson Türk müsteriye:
* Çanakkale de çok askerimizi öldürdügünüz için
sizleri pek sevmeyiz, deyince.
bizimkinden gayet soguk kanli su cevabi almis:
* orada ne isiniz vardi?


3.Lafi uzatanlara ne yapmak lazim diye farabi’ye
sormuslar, söyle demis:
* uzun konusani kisa dinlemeli.

4.Materyalist ögretmen ögrencisine:
* söyle bakalim allah nerede? eger bilirsen bir
portakal verecegim.
ögrenci:
* siz bana o’nun olmadigi yeri gösterin, ben size bir
bahçe dolusu portakal vereyim.

5.Kadiköy camiinde vaaz vermekte olan o. demirci hocaya
* hocam diye sormuslar. at nalini evimizin kapisina
asarsak ugur getirir mi?
demirci hoca :
* zannetmiyorum, diye cevap vermis. o nallardan her
atta dört tane var amma, bütün gün kamçi yiyip duruyorlar…

6.Mevlana, müridlerinden biriyle giderken, birkaç
köpegin sarmas dolas uyuduklarini görür.
müridi: güzel bir kardeslik örnegi der. keske insanlar
da bunlardan ibret alsa.
mevlana, tebessüm ederek karsilik verir.
aralarina bir kemik ativer de gör kardesliklerini….

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Hayat???

 
Hayat !!!!
Yaşam ile ölüm arasındaki çizgi
Öyle bir serapki bu
Bazıları bir ekmek bulamazken
Bazıları ise zenginlik içerisinde boğulur
Hayat değeri biçilmeden yaşamaktır
Ve aslında sadece vaat ettiği
Üzerini örtecek kadar topraktır....

Victoria Şelalesi veya Mosi-oa-Tunya...


                                 

Victoria Şelaleleri veya Mosi-oa-Tunya dünyanın en görkemli şelalelerindendir. Zambezi Nehrinin üzerinde, Zambiya ve Zimbabve sınırları arasında, bulunur. Şelaleler yaklaşık olarak 1,7 km genişliğinde ve 128 m yüksekliğindedirler.

İskoç kâşif David Livingstone şelaleleri 1855'te ziyaret etmiş ve Kraliçe Victoria'nın anısına Victoria Şelaleleri ismini vermiştir. Bununla birlikte şelale zaten yöresel olarak Mosi-oa-Tunya yani "gürleyen duman" diye anılmaktaydı. Şelaleler iki milli parkın parçasıdırlar, Zambiya'daki Mosi-oa-Tunya Milli Parkı ve Zimbabve'deki Victoria Şelaleleri Milli Parkı. Şelaleler Güney Afrika'nın en önemli turist çeken noktalarından biridir. Aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Alanıdır.

Kuzey Amerika'daki Niagara Şelaleleri'nden daha geniş olan Victoria Şelaleleri sadece Güney Amerika'nın Iguaçu Şelaleleri ile karşılaştırılabilir. Iguaçu 270'den fazla (görece) 'küçük' şelaleye bölünmüşken Victoria dünyadaki en büyük, 100 metreden yüksek ve 1,5 km'den geniş, tek su yatağından, dökülmektedir. 

                                    GÖRSELLER 



                                     

                      

15.asrın büyük astronomu Ali Kuşçu...

Ali KuşçuUluğ Bey'in saltanatı zamanında Semerkand'da ilim tahsilini tamamladı. Uluğ Bey, Kadızade'i RumiGıyaseddin CemşidMuinüddin Kaşigibi alimlerden astronomi ve matematik öğrendi.

Fatih Sultan Mehmed Han'ın daveti üzerine geldiği İstanbul'da çok büyük rağbet gördü, hürmet ve ihsanlara nail oldu. Kendisine Ayasofya müderrisliği verildi. Sultanın desteği ile çok sayıda eser telifine muktedir oldu. Fatih Sultan Mehmed Han'ın Otlukbeli seferinde yoldaşı oldu ve sefer esnasında "er Risaletü'l-Fethiyye"yi yazdı. Hicri 879 Şaban-ı Şerifi'nde İstanbul'da vefat etti. Kabri Eyüp civarındadır.

Osmanlı Devleti padişahı II. Mehmed adına kurulan müessir ilk Osmanlı Üniversitesi olan Fatih Medresesi'nin (Sahn-ı Seman) kuruluş akademik müfredatını kaleme almıştır. Hoca Sinan PaşaMolla LütfiMirim Çelebi(Mahmud B. Muhammed B. Musa Kadızade) gibi alimler onun derslerinde bulunmuş ve yetişmişlerdir.

Ali Kuşçu'nun soyundan olanlar 18. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı Devletinde önemli devlet görevlerinde bulundular. Torunlarından olanEbussuud Efendi ve Mirim Çelebi ile onların çocukları şeyhülislam, kazasker, müderris gibi görevlere gelmişlerdir.

Ali Kuşçu'dan sonra Osmanlı Türkçesi dil olarak tüm İslam dünyası için bilim dili olmuştur. Farsça ve Arapça önemini bu dönemden sonra kaybetmiştir.

Risale Fi'Hey'e (1457 yılında Semerkand'da, Farsça olarak yazmıştır) Osmanlı İstanbul Mühendishanesinde (İstanbul Teknik Üniversitesi) XIX. yüzyıl başlarına kadar temel ders kitabı olarak okutulmuştur.

Osmanlı Medreselerinde matematik ve diğer fen bilimleri derslerinin okutulmasında çok büyük rolü olmuştur.
(Ali Kuşçu'yu, yayınladığı bir kitabı Fatih Sultan Mehmed'e verirken gösteren bir minyatür)

Fetih ve Fatih Sultan Mehmed Han...






"Bir kelimeler ve mânâlar şehrayini.."

Kostantiniyye, suların ortasında şavkıyan bir Alaaddin Lambasıdır. Yürüdükçe kaçan, kaçtıkça uzaklaşan, kovalandıkça yakalanamayan bir meret sevgilidir adeta. Cilveli ve işveli bir masal perisidir sanki, düşlerin pembeliklerinde mavi kanatlarını çırpan... Bir esişi, bir gidişi, bir bakışı, bir gülüşü, duruşu var ki... Dağ gibi yüreklerde zelzele koparan...

O'na varmak ve O'nu tutmak için kimler düşmedi ki yollara... O, kaç yiğidin özlemi, kaç bahadırın sılası olmadı ki?... Kaç ateşin çengaver O'nun hasretine yanmadı ve rü'yasına yatmadı ki?...

Ama O, hep uzakta, uzakta, uzakta kaldı.

Uzaktadır O. Çok yakında oluşun uzağında, ama varılmak için yol bulunmaz O'na. Ama yol bulunur varılmak için O'na.

Derken bir on dokuz yaş inancı çağladı, çağın bağrından, çağların bağrına çağlayanlar gibi. Gümrah mı gümrah... Bir şimşek irade şavkıdı köhne sularda ateş yalımı izler bırakan. Yakıcı mı yakıcı... Sabrın sularına Kur'an'la açılan bir Ebu'l-Feth kıyam etti çağa, çağlara. Vakur mu vakur... Nurlu Peygamberin kutlu sözünün doğruluğuna şahitliğe çağrıldı çağa Fatih. Adil mi adil...

Bu bilindi ve bu sezildi ilkin Peygamber varisleri tarafından. Ve o zaman O'na, "İşte o sensin, beklenilendin sen" dendi. "Fatihsin sen, fetihler de senin içinde, buna inan, inan buna " dediler.

"İmanınla yürü" dediler O'na. İşte kirli düşünceler, daha küflü zamanlar... "Sultani uykuları terket. Ve diril ve doğrul ve çağla" dediler.

"Bir mutantan mehter ol, sal kaside dağlara... Sadanı gür tut ki, emr-i bülend taze şafaklara şehbal açsın" dediler.

Yürü ki seni bekleyenler var.
Git ki sana gel diyenler var.
Gel ey candan yakın canan,
Gel ey şahin bakışlım,
Gel ey kartal uçuşlum,
Gel ey çağın, çağların fatihi.
Gel ki, ruhu-u revan-u Muhamdi şad u handan olsun...
Gel ey rü'yalar küheylanı,
Gel ey hasret türkümüz.
Gel yeter ki;
Şehirleri kalbinden yar da gel,
Radarlara yakalanmadan gel,
Gökdelenleri del de, dağları devir de gel.
Gel ki senle ve sende başlasın dirilişi çağların...
Böyle baslar fethin öyküsü Fatih'de.
Ve böyle başlamalı fetihlerin öyküleri fatihlerde.
An gelir her insan bir Kostantin olur, her mü'minse bir Fatih.
Ve vaktolur, her dem her mü'min bir zafer olur.
Her mü'min bir şehid,
Her şehid bir çiçek olur.

1 Mayıs 2011 Pazar

OKU OSMANLI TORUNU.. BİR RAHİBİN DİLİNDEN, OSMANLI ASKERİNİN ASALETİNİ, EŞSİZ İFFETİNİ OKU..!!

Kanuni ordusunu güzel bir bahar mevsiminde sefere çıkmış ve Belgrad önlerine kadar gelmişti. Ordu mola verdi. Önce namaz kılacaklar sonra da yemek yiyeceklerdi. Atlarından inen askerler, hemen çevredeki çeşmelerin başlarına yığıldı.
Mola verilen yerde bir manastır vardı. Manastırın başrahibi bu manzarayı görünce, aklına şeytani bir düşünce geldi. Bu fırsattan istifade ederek, Osmanlı'nın ruh kumaşını deneyecekti. Bakalım bu askerin ahlaki kalitesi ne kadardı?
Hemen manastırdaki genç rahibe kızları, o devre göre açık saçık sayılabilecek giyimlerle çeşmelere yolladı. Güya manastıra su getireceklerdi.Kendisi de durumu gözetlemeye ve askerlerin nasıl davranacaklarını anlamaya çalışacaktı. Ancak gördükleri karşısında hayretten hayrete düşmüş, tabiatıyla da çok üzülmüştü. Çünkü, bu genç rahibeleri açık saçık vaziyette çeşme başlarında gören askerler, hemen geriye çekildiler ve arkalarını dönerek onları görmemeye çalıştılar.
Rahibeler çeşme başlarında oyalandıkları müddetçe de asla dönüp bakmadılar.
Ancak el ayak çekilince, tekrar çeşme başına geldiler. Rahip bütün bunları hayretler içinde gördükten sonra, daha önce duyduklarına da inanmak zorunda kalmıştı.
Bu asker, sıcakta ve susuz olduğu halde, kenarından geçtiği bağlardan bir salkım üzüm koparmamıştı. Hatta üzüm koparan birkaç asker değerine değerinden çok fazla edecek altın paralar bırakmıştı.
Bunun üzerine Haçlı komutanlara bir mektup yazdı. Onlara şöyle dedi:
"Osmanlı ordusunun kalbinde müthiş bir Allah korkusu ve sevgisi vardır. Bunlar dünya malına itibar etmezler. Kadına, kıza dönüp bakmazlar. Ancak Allah yolunda ve padişah buyruğunda severek savaşırlar.
Kendilerinden çok din ve vatanını düşünürler. Adaletlidirler. Zulümden çekinirler. Allah için ölmeyi şeref ve nimet bilirler.
Osmanlı'da bu yüksek özellikler varken, siz asla zafer yüzü göremezsiniz. Bu meziyetlerini ortadan kaldırmadıkça, onları yenmenize imkan ve ihtimal yoktur."

İşte bu mektup, Osmanlı askeri'nin başarılarının en büyük sebebini açıkça anlatmaktadır. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara aşıladıkları zaman, ancak bu şekilde onları yenebileceklerini fark edince, faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar...